MÜRCİE MEZHEBİ NEDİR? MÜRCİE'NİN KENDİSİNDEN DİNLEYİN!!!

Jul 2, 202246 dakika





Selamlar. Mürcieyi tanıyalım



Tanım:



Mürcie, büyük günahların durumunu Allah'a bırakan, bunun sorumlulukları üzerinde fikir belirtmeyen kişilere denir.

(Mürcie hem siyasi hem de itikadi bir fırkadır.)

Mürcie'nin en önemli ortaya çıkış sebeplerinden biri harici zihniyetidir!! Kaynaklarda ilk Mürciî fikirler olarak ele alınan pek çok görüşle ilgili tartışmaların İbn Ömer’in şahsında düğümlendiği görülür.Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye’nin Kitâbü’l-İrcâʾı ışığında değerlendirildiğinde Mürcie’nin doğuşunun 60-75 (680-694) yılları arasında gerçekleştiği söylenebilir..Mürcie'nin ışığında birçok alim evliye müfessirler yetişmiştir, birçok alimin mezhebi olmuştur. Büyük destek almıştır!



Görüşleri;



Mürcie'nin görüşleri iman konusunda farklılıklara uğrar ama temel olarak büyük günahların durumunu Allah'a bırakır.

Fikir ayrılıkları;

Mürcie’nin imanın tarifiyle ilgili fikirlerini üçe ayrılabilir;

Birincisi, iman kalpte gerçekleşen mârifet veya tasdiktir. Cehm b. Safvân ve taraftarlarına göre iman yalnızca Allah’ı, peygamberlerini ve O’ndan gelen her şeyi bilmektir, mârifet dışındaki şeyler iman değildir. Küfür ise Allah’ı bilmemektir. İman ve küfrün her ikisi sadece kalpte bulunur

Bazı Mürciîler, imanı sözlükteki anlamını esas alarak sırf “tasdik” şeklinde tanımladılar.Buna göre kalp ve dil ile tasdik gerçekleşmemişse iman da yoktur. Bişr b. Gıyâs el-Merîsî ve taraftarları bu fikri benimsemiştir (Eş‘arî, s. 140).

İkinci ise iman, Allah’ı ve O’ndan gelen her şeyi toptan kalp ile tasdik, dil ile ikrar edilir. Bu mürcie taraftarları arasında yaygındır. Ebu hanife benimsemiştir

-

Üçüncü görüşe göre iman sadece dil ile ikrardan ibarettir.



Mürcie'nin önde gelenleri mürcieyi nasıl anlatır?

Bu konuda ilk olarak Sâbit Kutne'yi dinleyebiliriz. Ancak onu önce tanıyalım;



Beni Atîk kabilesinden olan Sabit'in asıl adı Sabit b. Ka'b b. Cabir, künyesi Ebü'l-Alâ', lakabı ise Kutna'dır. Türkler'le yaptığı bir savaşta ok isabet etmesi sonucu kör olan gözüne pamuk koyduğu için, ona Kutna lakabı verilmiştir .



Taberi, Ebu'l-Ferec ve Bağdadi'nin eserleri bir kenara bırakılacak olursa, Horasan ve Maveraünnehir'de Emeviler döneminde siyasi ve idari konularda, fetih faaliyetlerinde ve edebiyatta oldukça önemli bir şahsiyet olan böyle birise klasik kaynaklarda hakettiği yerin verilmemesi hakkındaki pek çok karanlık noktanın aydınlatılmasını zorlaştırmaktadır.



Hatta ona en fazla yer ayıran eserler bile, onun doğum tarihi, yetiştiği çevre ve Horasan'a gitmeden önceki hayatı hakkında bilgi vermemekte, bu bölgeye gittikten sonraki faaliyetletlerinden bahsetmektedirler.



Bu kaynaklarda verilen bilgiye göre, Sabit Kutna, Horasan'da Yezid b. Mühelleb'in görevlilerinden birisiydi. Yezid b. Mühelleb, 82/701 yılında Horasan valiliğine atanmış ancak 85/704 yılında Haccac tarafından görevden alınmıştı.



Sabit Kutna, bölgeye atanan diğer valilerle de görev yapmış ve Emevî halifeleri katında önemli bir nüfuz elde etmiştir. Hatta bölge valisi Ümeyye b. Abdilmelik, yıllık harac miktarını eksik ve yanlış beyanda bulunduğu için onu halife Abdülmelik b. Mervan'a şikayet ederek görevinden azlettirmiştir..



MUHARİB b. DİSAR;

Aslen Arap olan Muharib b. Disâr, Kufe'de doğmuştur. O'nun Ebu Mutarrif , Ebu'l-Muğire , Ebu Disar, Ebu Kurdus, Ebu Nadr gibi bir çok künyesi vardır.



O, kendi şehrinin ve diğer şehirlerin meşhur alimlerinden döneminin çeşitli ilimlerini tahsil ederek tabiin döneminin ileri gelen alimlerinden birisi olmuştur.



Rivayette bulunduğu alimler arasında Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdillah ve diğerleri; ondan rivayet edenler arasında ise Mis'ar b. Kidam, Şu'be, Sufyan es-Sevrî, Sufyan b. Uyeyne ve diğer bir çok alim bulunmaktadır.



Dönemindeki fıkıh otoritelerinden birisi olduğu için Kufe valisi Halid b. Abdullah el-Kasrî tarafından Kufe kadılığına atanmış ve bir süre bu görevi yürütmüştür.



Muharib b. Disar, İrca akidesini benimsediği için kaynaklar onu Mürcie'nin önde gelen şahsiyetlerinden kabul etmiştir. Hatta İbn Sa'd, onu " Hz. Osman ve Ali'nin durumlarını Allah'a bırakarak, onların imanı ve küfrü konusunda şehadette bulunmayan ilk Mürciiler'in " başında saymıştır.



Muharib b. Disar, 116/734 yılında Kufe'de ölmüştür.



İRCA KASİDESİ:

Bu kasîde, Emevî dönemi hiciv şairlerinden Mürcie'ye mensup Sabit Kutna (110 /728) tarafından yazılmış olup, " İrcâ akîdesinin özünü, bir şey ilave etmeden ve birşey eksiltmeden, son derece açık ve net olarak ortaya koyan " ve Horasan'daki İrcâ akîdesini bize kadar ulaştıran ilk Mürciî vesikadır.



Ebü'l-Ferec, bu kasîdeyi el-Mürhibî el-Kûfî'nin kendi hattıyla yazmış olduğu Şi'rü Sabit Kutna kitabından almıştır. Sezgin, bunun Zer b. Abdillah b. Zürare el-Mürhibî el-Kufî olduğunu ve ölüm tarihinin hicrî II. asrın başlarına rasladığını kaydeder.



Diğer taraftan, Ebü'l-Ferec'in verdiği bilgiye göre, el-Mürhibî el-Kufî, 102/720 yılında Horasan'a vali olarak gelen Saîd b. Abdilaziz b. Hakem'le Sabit Kutna arasında geçen bir olayı da nakleden kimsedir. O halde, Şi'rü Sabit Kutna adlı eseri kaleme alan kişinin bu tarihlerde yaşamakta olan Zer b. Abdillah b. Zürare el-Mürhibî el-Kufî olması gerekir. Bağdâdî de, bu kasîdeyi, Ebü'l-Ferec'den aynen nakletmektedir.



Sabit Kutna'nın, bu şiiri, İrcâ akîdesini benimsemeden önce veya sonra yazmış olması, hatta akîdeye gerçekten inanıp inanmaması, Horasan'da hicrî I. asrın sonları II. asrın başlarında, İrcâ akidesinin boyutlarını gerçek şekliyle aksettirmesi bakımından , bu kasîdenin değerinden hiç bir şey kaybettirmez.



Önemli olan, bu şiirin, ona ait olduğu konusunda şüphenin olmamasıdır. Onun pek çok şiir yazdığını ve bunların bir kısmının kaybolduğunu dikkate alacak olursak, benimsediği akîde ile ilgili yazılmış, fakat bize ulaşmamış, bu kasîdenin dışında da bazı şiirlerinin olması muhtemeldir. Sezgin, Ahmed b. İbrahim b. İsmail b. Davud b. Hamdûn (291/903)'a ait Şi'rü Sabit Kutna isimli bir kitaptan daha bahsetmektedir.



O'nun bize kadar ulaşmış bütün şiirleri, Macid Ahmet Samerrâî tarafından bir araya getirilerek, Şi'rü Sabit Kutna el-Atekî ismiyle bir kitap halinde Bağdat'ta 1970 yılında yayınlanmıştır. Onun, edebî bir öneme sahip bu İrcâ Kasîdesi(II)' yle, Arap şiirinde daha önce bulunmayan yeni bir çığır açtığı ve daha sonra diğer mezhep mensubu şairlere akîdelerini şiirle ifade konusunda öncülük yaptığı söylenebilir.



Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, İrcâ Kasîdesi(I) Almanca ve İtalyanca gibi batı dillerine ve tamamen olmamakla beraber Türkçe'ye de çevrilmiştir.



İRCA KASİDESİNİN TARİHLENDİRİLMESİ;

Elimizdeki rivâyetler, onun bu fikri ne zaman benimsediği ve bu şiiri ne zaman yazdığı konusuna tam bir açıklık getirmeseler de, Ebü'l-Ferec el-İsfehânî'nin Ebû Ubeyde'den naklettiği bir haber, bu konuda bize bazı ipuçları vermektedir.Bu habere göre, " O, Horasanda birbiriyle mücadele halinde olan Mürciî ve Haricî iki grup arasındaki tartışmalara dinleyici olarak katılmış, İrcâ akîdesini benimsemiş ve daha sonraki bir toplantıda, bu akîdeyi işleyen İrcâ Kasîdesi(I)'ni onlara okumuştur."



Onun, Mühelleb b. Ebî Sufra'yla birlikte Ezârika ile çarpışmak üzere 78/697 yılında bölgeye geldiği bilinmekle beraber , Mühelleb'in ölümünden sonra oğlu Yezid b. Mühelleb'in, kahramanlığı ve yazıcılıktaki ünü dolayısıyla, onu serhatlere yönetici olarak atamasıyla, şöhreti artmıştır.



Ancak o, bu kasîdeyi, 82/701 yılından sonra yazmış olmalıdır. Çünkü, daha önce burada, Mürcie, güçlü bir mezhep olarak temsil edilmemekteydi. Onun Mürcie ile Haricîler arasında yapılan tartışmaları izlediği dikkate alındığında, bu tartışmada Mürcie'yi temsil edenlerin, Abdurrahman b. el-Eş'as isyanından sonra bölgeye kaçan Mürciîler olabileceği ihtimali akla gelmektedir.



Sabit Kutna, bu tarihten itibaren, ölünceye kadar, Horasan ve Mâverâünnehir'de bu mezhebi yayma faaliyetlerini sürdürmüştür. O, çok erken denebilecek ve henüz hiç bir mezhebin prensipleri manzum hale getirilmemişken, hicrî I. asrın sonlarında, mezhebinin inanç esaslarını içeren ve " İrcâ Kasîdesi (I)" diye bilinen bu kasîdesini yazmıştır. Sabit Kutna'nın bu kasîdesi, bölgede Mürciî fikirlerin yayılmasında oldukça önemli bir yere sahiptir.



O, müslümanlar arasında itikadî esasları manzum olarak ifade etme geleneğini ilk başlatanlardan biri olarak kabul edilebilir. Bu sebeple, kasîdeyi, bölgede Mürcie'nin ilk yayıldığı yıllarda kaleme alınan ve Horasan ve Mâverâünnehir'deki İrcâ akîdesini bize kadar ulaştıran ilk Mürciî vesika olarak görmekteyiz.



SABİT KUTNE'NİN KASİDESİ;



"Ey Hind, hayatın çekilmez hale geldiğini ve bundan sonraki günlerin daha da sıkıntılı olacağını sanıyorum.



Kaçıp kurtulamayacağım bir günün tutsağıyım; bugün o, bana daha da yaklaşmıştır.



Ben Rabbime karşı taahhüd altına girdim(beyat ettim); eğer onu yerine getirebilirsem, Uhud gazasındaki şehitler mertebesine yükselir; onlara komşu olurum.



Ey Hind, beni iyice dinle, bizim sîretimiz (mezhebimiz); yalnız Allah'a kulluk etmek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.



Şüpheli işlerde bir hüküm vermez, verilecek hükmü Allah'a bırakırız. Fakat zalimler ve sapıklar için doğruyu söyleriz.



Müslüman olduğunu kabul eden herkes İslâm üzeredir. Fakat müşrikler, dinlerinde, farklı gruplara ayrılmışlardır.



Bizce; Allah'ın birliğine iman ettiği müddetçe, bir kimseyi müşrik yapacak hiçbir günah yoktur.



Mecbur kalmadıkça ve kanımız akıtılmadıkça, bir müslümanın kanını asla akıtmayız.



Bu dünyada her kim Allah'tan ittika edecek olursa, yarın, hesapların görüleceği günde karşılığını alacaktır.



Allah'ın hakkında hüküm verdiği bir şeyi, geri çevirmek mümkün değildir ve O'nun verdiği hüküm doğrudur.



Ne kadar ibadet yaparsa yapsınlar, bütün Hâricîler sözlerinde ve ictihatlarında yanılmışlardır.



Ali ve Osman'a gelince, bunlar Allah'ın iki kulu olup, müslüman olduktan sonra O'na asla şirk koşmamışlardır.



Ali ile Osman arasında hoş olmayan hadiseler meydana gelmişti ve onlar, müslümanlar birliğinin bozulduğunu görmüşlerdi. Ne var ki, bu konuda, en doğruyu Allah bilir.



Onların her ikisi de yaptıklarının hesabını verecek ve karşılığını göreceklerdir. Fakat, onlardan her hangi birinin (haklı veya doğru yoldan sapmış olduğunu gösteren ) tek bir Kur'ân ayetinin indiğini, kesinlikle, bilmiyorum.



Onlar, hesaba çekildiklerinde, verecekleri cevabın ne olacağını Allah bilir. Her kul, tek başına Allah'a hesap verecektir." Sabit kutne içinde bulunduğu mürcieyi özetler.



MUHARİB B. DİSAR'IN İRCAA KASİDESİNİN TARİHLENDİRİLMESİ:



Muharib b. Disar'ın bu şiiri ne zaman yazdığı konusunda, kaynaklarda, maalesef, her hangi bir bilgi tesbit edemedik.(Doç. Dr. Sönmez KUTLU) Bu sebeple şiir ile ilgili, elimizdeki dökümanlara dayanarak kesin bir tarih söyleyebilmek imkansızdır. Ancak şiirde kullanılan bazı ifadelerden ve ona yazılan bazı eleştirilerden hayatının sonlarına doğru, özellikle 113/731 yılında kadılık görevine atanmasından sonra yazdığı anlaşılmaktadır.



Çünkü o, kadılık görevi sırasında, daha önce değindiğimiz gibi, bazı şiilerin şahitliklerini kabul etmemiştir. Bu yüzden şiiler tarafından eleştirilmiştir. O, şiirinin başlarında " Bir takım insanlar, Hasan'ın babası Ali'yle ilgili kararı İrcâ ettiğim için akılsızca beni suçluyorlar. " diyerek bu konuya yer vermiştir. Öyle anlaşılıyor ki, şiilerin şahitliklerini kabul etmemesi üzerine yapılan eleştirilere cevap olarak bu şiiri yazmıştır. Diğer taraftan, Hz. Ali'nin hilafette birinci sıraya yerleştirilmesi fikri Hicri I. asrın son çeğreğinden başlayarak II. asrın ilk çeğreğinde Kufe şiileri arasında hararetle savunulmaya devam etti. Zeyd b. Ali'yi, isyanı sırasında bir grup taraftarı bundan dolayı onu terk ettiler.



Mürcie, Hz. Ali'yi hilafette, dördüncü sıraya bırakmak fikrini hicrî I. asrın sonlarında, yavaş yavaş sistemleşmeye başlayan ve önce Hz.Ali'yi, Osman'a takdim eden daha sonraları ise, onun ilk iki halifenin de önüne almaya çalışan Şiîliğe karşı geliştirmiş ve sistemleştirmişti.



İbrahim en-Nehâî, " Ben ne Sebeî, ne Mürciîyim " demekle, muhtemelen, Hz.Ali'ye, bir olağanüstü güç atfetmeden, onu Hz.Osman'dan öne alıyordu.



Hicri I. asrın son çeğreyinden itibaren Şiîler, Hz. Ali'yi ilk iki halifenin de üzerine yerleştirme eğilimi gösterince, Ali ve Osman'ın durumlarını Allah'a havale etme prensibi içerisinde zımnen var olan bu ilke, bundan sonra, Mürcie tarafından, tam olarak ifade edildi. Muharib b. Disar, bu yüzden yazdığı İrcâ Kasîdesi'nde bunu şu şekilde ifade etti: "Hz. Ali'nin, bu ilk iki halifeden (Ömereyn'den) geriye bırakılması bir fazilet ve üstünlüktür "



Böylece İrcâ kavramı, Ali'yi hilafette son sıraya bırakmak ve meliklerin dinine tabi olmak anlamını da kazanmış oldu



MUHARİB B. DİSAR'IN İRCAA KASİDESİ (2):



" Beni ilk yaratan, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratan ve varlığımı sürdüren Yaratanıma sonsuz hamdü senalar ediyorum.



Beni İslam'la şereflendirdi ve böylece çocukuluğumdan beri bu dini benimsedim.



İyiyi kötüden ayıran yüce kitabı Kur'an'ı kalbime yerleştirdi ve Ona inananların dostu oldum.



Allah, doğumumu bir asır geciktirdiği için İslam'ın geldiği bir dönemde doğdum, bu sebeple ben Cahiliyye çocuğu değilim.



Bir takım insanlar, Hasan'ın babası Ali'yle ilgili kararı İrcâ ettiğim için akılsızca beni suçluyorlar.



Halbuki, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in aksine, Hasan'ın babasının iyi veya kötü olduğu konusundaki kararımı ertelemem, doğrudur.



Osman'a gelince , insanlar onun hakkında da ayrılığa düştüler. Bir grup, onunla ilgili kötü sözler söyledi.



Diğer bir grup ise , onun adil bir imam olduğunu ve haksız ve suçsuz yere öldürüldüğünü savundu.



Böyle bir konuda verilecek hükmü Allah'a bırakmamda, her hangi bir sakınca ve eksiklik yoktur. Bu konuda hiç bir şeyden korkmuyorum.



Ben, kesin olarak inanıyorum ki, Allah haktır, Muhammed Nebi olarak, bize gelmiştir.



Allah'ın resulleri hak üzere gönderilmişlerdir ve Allah onları dost edinmiştir.



Kur'an haşrolunduğunda ben de onunla haşrolunurum (Kur'ân ne derse ben ona uyarım), bütün bunların dışında onların ölümünden sonra yaşanan gizli ve kapalı konuları Allah'a bırakıyorum.



Benden önce yaşamış ve hiç görmediğim kimselerin yaptıkları şeyler hakkında ne bilebilirim.



Onların kurtulacağına veya bundan dolayı haktan ayrıldıklarına dair Kur'an'da her hangi bir ayet bulamıyorum.



Ben Nebinin ve iki arkadaşının eleştirilerini esas alırım, yaşadığım sürece benim şeriatim budur.



Bu öyle bir yol ki onda hiç bir ihtilaf yoktur ve inancıma göre, o gün gibi apaçık görünüyor.



Ömer ve arkadaşı Ebu Bekir, övgüye layık biri olarak göçüp gittiler. Onlar haklarında verilen doğru kararla kurtuluşa erdiler.



Onlar Allah'ın rahmetine kavuşunca, bir çok problemler çıktı. Ben bu konulara girmek zorunda değilim.



Onlardan sonra insanlar, sürekli birbirlerini hayasızca eleştiren gruplara ayrıldılar.



Eğer bunlardan birisine tabi olsaydım, diğer görüşte olanlar bana yanlış yaptın ve yalancılardan oldun diyeceklerdi.



Allah'tan korkarsam ve dinimi tertemiz korursam, akılsız bir hayvan olarak çağrılırdım.



Çünkü ben diyorum ki: insanların diz çökmüş vaziyette toplandıklarında insanların durumunun ne olacağını ve nereye gideceklerini bilmiyorum.



Sürekli kalmak için Cennet'e mi, yoksa Cehennem ateşi onu yaktığında onu görüp görmeyeceğini de bilemiyorum.



Aynı şekilde nefsin neyle karşılaşacağını, acaba susuz mu kalacak, yoksa serinletici bir içecek bulabilecekmi onu da bilemiyorum ?



Osman b. Affan bir peygamber değildi. Onun arkadaşı Ali de bir nebi değildi.



İkisi de insandılar, bir günah sebebiyle helak olurlarsa, işledikleri bu günahtan dolayı ben sorumlu olmam ve kurtulurum.



Eğer onlar kurtulurlarsa, onlar için yalan ve iftirada bulunmadığım için bu adil kararımdan dolayı ben de kurtulurum.



Rabbimin rahmeti geniş ve umumidir, Allah, hiç bir şeye zorlanamaz. ( Allah'ın ne şikilde hükmedeceği önceden bilinemez. )



Hariciler, çirkin sözler söylediler ve iftiralarda bulundular, bu konuşmalar halk arasında cevaplandırılamayan bir belge haline geldi.



Diline sahip ol. Çünkü senin insanların -Hariciler - Hiristiyanlar gibidir. Eğer onların Rabbime karşı iftiralarını düşünürsen daha da kördürler.



Çünkü onlara göre bütün günahlar şirktir. Benden bu konuda konuşmamı isteyenlere karşı daima susarım.



Ben, hiç bir grubu ve beni küçüklüğümden beri terbiye eden Osman ve Ali'yi şirke düşmekle itham etmem.



Onların ikisi de Kur'ân'ı öğrendiler ve bana da öğrettiler. Kur'an onların en yakın sığınağı ve yaşamak istidikleri idealleriydi. "





EŞ'ARÎ'YE GÖRE MÜRCİE MEZHEBİNİN GÖRÜŞLERİ VE MÜRCİE FIRKALARININ AYRILIK NOKTALARI:



Eş'arî'nin Makâlâtü'l-İslâmiyyin adlı eseri temel alınarak İslam mezheplerinden biri olan Mürcie'nin iman-küfür konulan başta olmak üzere temel görüşleri incelenmiştir.



EŞ'ARÎ'YE GÖRE MÜRCİE&MÜRCİE MEZHEBİNİN TEMEL GÖRÜŞLERİ :



i. İmanın Tanımı Konusunda Mürcie'nin Fırkalara Bölünmesi :



Eş'arî, mürciemezhebinin imanın mahiyeti hakkında görüş ayrılığına düştüklerini belirterek söze başlar. Bu noktada mezhep Eş'arî'ye göre oniki alt fırkaya bölünmüştür .



Mürcie mezhebi içinde ortaya çıkan ayrımların diğer konulara göre en çok iman tanımı üzerinde odaklaştığı açık bir şekilde görülmektedir. Çünkü iman bütünmeselelerin kendisine dayandığı ve kendisinden ortaya çıktığı en önemli konudur.



Bu bağlamda hangi sorun ele alınırsa alınsın, neticede iman konusuna ulaşabileceğimiz gibi, bunun tersi de doğrudur.

Başka birifadeyle iman teriminden hareket ettiğimizde başka bütün sorunlara

dolaylı ve doğrudan ulaşmamız mümkündür. Bunun en açık delili, bizzat

tarihsel süreçtir.

Önemli bir not: Eşariye göre mürcie oniki alt fıkraya bölünmüştür!!

Nitekim Mürciînin kim olduğu konusunda farklı

şekillerde görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar sırasıyla Hazreti Osman ile Ali

arasında meydana gelen olaylar karşısında kimin haklı olduğu konusunda karar

verilmesini tehir edenler, Hazreti Ali'yi hilafet sıralamasında geriye bırakanlar,

büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü ahirete bırakanlar ve son olarak da

ameli imandan sonraya bırakanlar şeklinde özetlenebilir.



Ancak Mürcie, imanın

amelle ilişkisinin bulunmadığım savunanlar şeklinde ün salmıştır.

Aslında iman konusunda teorik ve kelâmı çözümler içeren fikirleri açısından

Mürcie bir tek mezhep olmakla birlikte kendi içerisinde çeşitli gruplara ayrılmıştır.

İslam mezhepleri tarihi kaynaklarında mürciî fırkaların sayıları konusunda değişik

ifadeler yer almaktadır.



Halis Mürciî denilen fırkanın dışında Havâric, Kaderiyye,

ve Cebriyye gibi mezhepler de iman konusundaki görüşleri nedeniyle Haricî,

Kaderî veya Cebrî olduğu halde Mürciî terimiyle birlikte zikredilmiştir.



Makdîsî, Mürcie fırkalarından bahsederken, Rakkâşiyye (el-Fazlu'l-r-Rakkâşî ve

taraftarları), Ziyâdiyye (Muhaınıned b. Ziyad el-Kûfö ve taraftarları), Kerrâmiyye

(Muhammed b. Kerrâm ve taraftarları) ve Muazİyye (Yahya b. Muaz er-Râzı ve





EŞ'ARÎ'YE GÖRE MÜRCİE FIRKALARININ İMAN TANIMLARI:



1. Birinci fırka, imanı bir bilgi (marifet), inançsızlığı (küfür) ise

inkar olarak nitelendirmektedir.



Onlara göre iman 'Allah'ı, peygamberleri ve onların Allah katından getirdikleri her şeyi 'bilmek'demektir. Bilmenin dışındaki dil ile ikrar, kalp ile benimsemek, Allah'ı

ve peygamberi sevmek ve onlara hürmet etmek gibi başka mezheplerin

iman kapsamında veya aym bağlamda ele aldıkları unsurlar ise, iman

değildir. İmanın bu tanımından çıkan sonuç, inançsızlık anlamındaki

küfrün Allah'ı bilmemek olduğudur.



Bu tanım olabildiğince geniş ve

Hariciler, Mu'tezile ve Şia'yı dikkate aldığımızda sonuçlan itibariyle son

derece toleranslı olarak görülebilir, üstelik, bir anlamda bütün Mürcie

mezhebinin genel fikrini de temsil edebilir nitelikte bir tanımdır

.

İman tanımlamasında bu geniş yaklaşımın Mürcie'nin yayılması,

dolayısıyla İslam'ın daha geniş kitlelerle buluşmasında büyük rol

oynadığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Nitekim özellikle Türklerin

İslamlaşma sürecinde bu toleransın etkisi üzerinde önemle durulmuştur

.



2. Eş'arî'nin bildirdiğine göre Mürcie'den ikinci fırka da imanın

salt bilmek (marifet), küfrün ise bilgisizlik olduğunu iddia eder. Eş'arî,

mezhebin iman tanımından çıkan bir problemi ele alarak, bir anlamda

'zimnen' bu tanımın açmazına dikkat çekmektedir. Buna göre Tann'yı

bilen ve "Tanrı üçün üçüncüsüdür "3§ diyen bir insanın bu görüşünü nasıl

değerlendireceğiz. Bilindiği gibi, bu cümleler teslisin ifadesidir.

Hıristiyanlar, Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle

1

Allah üçün üçüncüsüdür''

dedikleri için kafir olmuşlardır . Eş'arî'nin aktardığı kadarıyla burada,

teslise Mürcie'nin yaklaşımını gösteren ilginç bir noktayı görmekteyiz.

Teslis bir amel ise ve dil ile ifade edilmekteyse, bu durumda onun bir

inançsızlık veya küfür olmaması gerekir41

.

Acaba Mürcie kendisiyle çelişmeden böyle bir sorunu nasıl çözer?



Mürcie'nin soruna yaklaşımı çelişkilidir: Buna göre, böyle bir ifade

küfür değildir, ancak müminden de böyle bir şey çıkmaz. Burada Mürcie

Kur'an-ı Kerîm'in 'teslis' fikrini savunanları 'kafir' diye isimlendirmesi

ve bütün Müslümanların da bu konuda görüş birliğine varmış olmasından

hareket etmektedir.



Daha doğrusu, kendi iman tanımlanyla bu niteleme arasında bir çözüm bulmaya çalışır, bunu 'Bu söz küfür değildir, ancak

müminden de sadır olmaz' gibi çelişkili bir ifade ile dile getirirler.

Bu fırkaya göre Allah'a iman etmek demek, O'nu sevmek, O'nu

sevmek ise kendisine boyun eğmektir.



Ancak, namaz gibi herhangi bir

ibadeti ise iman için gerekli saymazlar. Çünkü tek ibadet 'Tann'ya iman

etmek'tir ki, o da O'nu bilmekten ibarettir. Eş'arî bu görüşün Ebu'lHüseyin es-Salihfye, ait olduğunu belirtir..



3. Makalât'ta, imanı 'Allah'ı bilmek ve O'na boyun eğmek' diye

tanımlayanların Mürcie'den üçüncü fırkayı teşkil ettiği bildirilmektedir.



Bunun anlamı, Tann'ya büyüklenmemek ve O'nu sevmek demektir. Bu

özelliklere sahip olan kimse, mümindir. Burada, imana bir şekilde amelin

-büyüklenmemek- eklendiğini görmekteyiz. Söz gelişi bu fırka, İblis'in

bile 'Allah'ı bilen' biri olması nedeniyle mümin olduğunu, ancak

'büyüklenmesi' nedeniyle kafir olduğunu dile getirir. Burada Mürcie'nin

genel tutumuyla kısmen farklı bir tutum müşahede edilmektedir..



4. Bir başka fırka mensuplarına göre -ki bunlar, 'Ebû Şimr'44 ve

'Yunus'a nispet edilmektedir- iman, Allah'ı bilmek, ona boyun eğmek,

onu kalple sevmek; O'nun bir olduğunu ve benzeri olmadığını kabul

etmektir.



Ancak imanın bu tanımı, peygamberler söz konusu olmadığı

durumlarda böyledir. Başka bir ifadeyle insanın salt kendi imkanlanyla

bu imana ulaşması gerekir.



Peygamber var ise, bu durumda imanın tanımı

değişmektedir: Bu durumda, onları tasdik ve ikrar da imandır. Ancak

Allah katından getirdiklerini 'bilmek' imana dahil değildir. Fırkanın

tanımına göre imanda artma ve eksilme olamayacağı gibi, aynı zamandabu unsurlar da bir bölünme söz konusu olamaz. Bütün bu unsurlar bir

araya geldiğinde bir insan 'mümin' diye isimlendirilebilir....



5. Mürcie'nin, Ebu Sevban'a nispet edilen başka bir grubu ise

imanı, Allah'ı ve peygamberlerini ikrar etmekten ibaret saymışlardır.

Onlara göre akılca mutlaka yapılması gereken veya yapılmaması gereken

şeyler iman tanımına girmez.



Bu gibi tanımlarda Mürcie'nin

davranışlarda aklın belirleyiciliğini ve rolünü dikkate alan Mutezile'yi

hesaba kattığı bellidir. Ayrıca bunlara göre günahkar Müslümanlar

Cehennem'in sıcaklığını hissetmekle birlikte asla oraya girmezler

.

6. İmanı Allah'ı, peygamberlerini ve farzlarını bilmek, bunları dil

ile ikrar etmek ve emirlerinde O'na boyun eğmek diye tanımlayanlar ise

altıncı Mürcie fırkası olarak zikredilmektedir. en-Neccar'a göre bunları

bilmeyen kimselere delillerle ispatlanması durumunda veya öğretilmesi

halinde yine de ikrar etmezse kafir olur.



Bütün bunların tümüne birlikte

iman edilmesi gerekmektedir. Zira ona göre sadece birine inanılmasına

iman denilemez. Allah'ı bilmek, ikrarsız olması durumunda ise boyun

eğme (taat) olarak kabul edilemez.



Zira bütün imanî vasıfların

bulunmasıyla buyun eğme (taat) gerçekleşmekte, sadece birini terk etmek

bile buyruğa uymanın (taatin) gerçekleşmesini önlemektedir. Ancak yine

de bu durum insanı kafir yapmaz. Zira mümin olan bir kimseden iman

vasfı ancak küfürle kalkmaktadır. Buna göre büyük günah işleyen kimse,

tövbe etmeden ölürse ahirette cezasını çektikten sonra cehennemden

kurtulacaktır ..



7. Eş'arî, Gaylan ed-Dimeş'ıım iman tanımlamasını da Mürcie

içinde değerlendirmiştir. Ona göre iman, Allah'ı bilerek, onu sevip,

emirlerine boyun eğmek ve resûlünün Allah katından getirdiklerini ikrar

etmektir.



. Aslında bunların Şimriyye fırkası ile bazı noktalarda fikir birliği içinde oldukları söylenmiştir. Zira bunlar da imanın artması veya

eksilmesini kabul etmezler.



Bu nedenle Eş'arî, Şimriyye, Cehmiyye,

Gaylâniyye ve Neccâriyye fırkalarının küfürle imanın kaybolacağını

savunduklarını dolayısıyla de kafirde biraz iman bulunabileceği görüşünü

reddettiklerini belirtmektedir.



8. Diğer bir fırka tarafından iman, Allah'ı ikrar etmek, onun birliği

ve benzerinin bulunmadığını bilmek, Allah'ın gönderdiği nebi ve

resulleri, nassın bildirdiklerinin bütününü bilmek ve ikrar etmek şeklinde

tanımlanmıştır.



Muhammed b, Şebib tarafından dile getirilen bu görüşe

göre dinde insanların ihtilaf ettikleri şeyleri reddeden kimseler kafir

olmaz. Yine Allah'a boyun eğmek kibirlenmeyi yani kibri terk etmeyi

gerektirmektedir. Nitekim İblis'in kafir olması onun Allah'a karşı

kibirlenmesinden kaynaklanmıştır 5 0

.

Bu nedenle Muhammed b. Şebîb ve bu tanımı kabul eden Mürciî,

Allah ve resulüne iman edip namaz kılan fakat büyük günah işleyenlerin

mümin olduklarını kabul ediyorlardı.



9. Eş'arî'nin iman tanımlamasına göre Mürciî grupları sıralarken

naklettiklerinden birisi de Ebû Hanife ve taraftarlarıdır. Ona göre iman,

Allah ve Rasulünü bilmek, Onun vahiy olarak bildirdiği bütün nassı

yorumsuz bir şekilde ikrar etmektir. Eş'arî, "Allah'ın yasakladığı

domuzun hangisi olduğunu bilmiyorum" diyen bir kimsenin durumunu

soran eş-Şimmezfye, Ebû Hanife'nin "O kimse mü'mindir" dediğini,

yine Allah'ın Kabe'yi haccı farz kıldığını, fakat Kabe'nin bu mekanın

dışında bir yer olup-olmadığı konusunda bir bilgisinin olmadığını

söyleyen bir kimsenin durumunun sorulması üzerine de Ebû Hanife'nin

"O mü'mindir, onu imanından çıkaracak bir durum görmüyorum"

dediğini naklederek, Ebû Hanife'nin iman konusundaki

tanımlamalarının Mürciîler arasında bulunmasını gerektirdiğini belirtir. Nitekim imanın bölünemeyeceğini, artıp eksilmeyeceğini bu bakımdan

insanların birbirinden üstün olamayacağını kabul etmişlerdir.



FakatGassân ve Ebû Hanîfe taraftarlarının çoğu kendinden önceki Hanefîlerin

imanı Allah'ın varlığını kabul edip onu sevme ve onun büyüklüğünü

benimsemeden ibaret saydıklarını nakletmişlerdir

.Ayrıca bunların imanda artma ve eksilme olabileceğini de savundukları belirtilmiştir..



10. Ebû Muâz et-Tûmenî ise, imanı küfürden koruyan şey olarak

tanımlamıştır. Birtakım hasletlerden oluşan iman, bu hasletlerin bir kısmı

veya tamamının terk edilmesi durumunda kaybolup yerini küfür alır.





Bunun tam tersi de mümkündür. Yani tekfire götüren hasletlerin bir

kısmı veya tamamının terk edilmesi durumunda da iman gerçekleşmiş

olur. Ancak bütün taatleri terkeden bir kimsenin kafir olduğu konusunda

Müslümanlar görüş birliği halinde değildirler





.Bu durumda küfür olmadıkça kebâir işleyen bir ldmsenin imandan çıkması söz konusu

değildir. Ancak Allah'ın kullarına yapılmasını kesinlikle emrettiği

farzları bilerek ve onlarla alay ederek kabul etmeyen kimse kafir

olmuştur.



Bu fırka insanın küfrünü Allah'ın emirlerini terk etmeye değil

onları hafife almaya, düşmanlığa ve bunlardan nefret etmeye

bağlamışlardır. Nitekim Ebû Muâz'a göre bir peygamberi öldüren insan

bu fiilinden dolayı değil, peygambere kızarak düşmanlık göstermesi ve

onu hafife alması nedeniyle küfre düşmüştür.





11. Eş'arî imanı sözlük anlamından hareketle bir tasdikten ibaret

gören Bişr el-Merîsî (ö. h. 218) ve taraftarlarının görüşlerini ayrı bir

Mürciî fırka olarak nakletmektedir. Bu nedenle söz konusu grupmensuplarına göre tasdikin bulunmadığı durumlarda imanın

gerçekleşmesi mümkün değildir. Dolayısıyla tasdikin kalp ve dil ile

birlikte olması bir zorunluluktur.



Bunlara göre büyük günah sahipleri

ebedî olarak azap içinde bulunamazlar57

Eş'arî, İbn Râvendî'nin de aynı görüşü savunduğunu belirttikten

sonra onların tasdik olayını nasıl tanımladıklarına da temas etmiştir. Buna

göre tasdik kalp ve dil ile birlikte olmalıdır.



Nitekim İbn Râvendî'nin,

insanda iman ve küfrün oluşması olayını kelimelerin sözlük

anlamlarından hareketle tespit ettiği görülmektedir. Buna göre küfür

sözlük anlamı itibariyle, reddetmek, üstünü örtmek veya inkar etmek

anlamlarına gelmektedir. O halde iman ve küfürden söz etmek ancak

sözlük anlamlarının gerçekleşmesi durumunda mümkündür. Bu nedenle

Râvendî, güneşe tapınmanın küfür olmadığım, Allah'ın kâfirden

başkasının güneşe tapınmayacağını bildirmesi nedeniyle, bunun ancak

küfrün bir belirtisi olabileceğini savunmuştur...





Ve son olarak....



12. Mürciî fırkalarının sonuncusunu olarak "iman, ikrar ettikten

sonra kalple değil, dil ile tasdiktir" diyen Muhammed b. Kerram (ö.

255/868) ve taraftarlanmn görüşleri oluşturur.



Onlar kalple bilmenin ve

dil ile tasdik edilmeyen bir şeyin iman olmasını kabul etmemişlerdir. Bu

nedenle Hz. Peygamber dönemindeki münafıkların gerçekte mümin

olduklarını savunmuşlardır. Zira Allah'ı inkar, ancak sözlü ifadelerle

onun varlığını kabul etmediğini açıklamakla gerçekleşir.





Buraya kadar anlatılanlardan hareketle, hemen bütün Mürciî

fırkalar, iman-amel ilişkisinde neredeyse aynı görüşte birleşmişlerdir.

Nitekim onlar, imanın sadece bilgi ve sevgi gibi niteliklerden ibaret

olduğunu benimsedikleri için imanla amel arasını kesin hatlarla ayırıp

kötü fiilin imana zarar vermeyeceğini kabul etmişlerdir..



MÜRCİE'NİN GÜNAH HAKKINDAKİ GÖRÜŞ AYRILIKLARI;



Mürcie bu konuda iki görüş ileri sürmüştür. Bunlardan birisi, bir

şey günah adım almışsa, onun büyük günah olduğudur. Bu görüşün

başlıca temsilcisi Beşer el-MerîsTmn ifadesiyle 'Bir şey Allah'a isyan

etmeye neden olmuşsa, o büyük günahtır. Eş'arî bu görüşün ayrıntılarını

vermez, ancak esas olarak imanı alan bir mezhepte amelin yeri başlı

başına bir sorundur.



Mürcie'nin zikredilen görüşü, mezhebin genel

tavrını ve yaklaşımını esas aldığımızda, günahın ancak inançsızlık

olabileceği şeklinde yorumlanabilir. Buna göre, Allah'a isyan veya günah

eylemi, inançsızlık ile örtüşmektedir .





Başka bir grup ise, günahları ikiye ayırmaktadır: bir kısmı büyük

günahlar, bir kısmı ise, küçük günahlardır. Eş'arî'nin bildirdiğine göre

aslında Mürcie Mezhebi mensuplarının büyük bir çoğunluğun imanını

yok edecek bir durum söz konusu olmadığı sürece, esas olan şeyin iman

olduğunda görüş birliği içinde bulunmaktadırlar.



GENEL KONULARDAKİ GÖRÜŞ AYRILIKLARI;



Eş'arî iman, küfür ve günah konusunda Mürciî fırkaların

görüşlerini aktardıktan sonra onların ihtilaf ettiği diğer dînî konulan da

kısaca kaydetmektedir. Ancak her ne kadar Mürcie'nin farklı konulardaki

görüşlerini aktarsa da çoğu zaman bunların iman ve küfürle olan ilişkisine dikkat çekmektedir. Genellikle herhangi bir detaya girmeden ve

bir mürciî fırka ismi vermeden ihtilaf edilen konuyu zikretmektedir. Bu

nedenle biz de bunları kısaca sıralayacağız.



Tevhid: Mürcie'nin 'tevhidin' mahiyeti hakkında da görüş

ayrılığına düştüğünü görmekteyiz. Bu bağlamda bir kısmı Mutezile'nin

fikrini kabul ederken, bir kısmı teşbih fikrini benimsemiştir. Nitekim bazı

Mürciîler, herhangi bir araştırma yapılmaksızın Allah'ın birliğinin kabul

edilmesinin iman olmadığını savunurken, diğerleri bu şekildeki bir

kabulün iman olduğunu söylemişlerdir 7 6

.

Mürcie'nin nasları yorumlamadaki görüş ayrılıkları: Mürcie

mezhebinin görüş ayrılıklarının ortaya çıktığı konulardan birisi de

naslarm yorumlanması ve hitabın çerçevesinin belirlenmesi

konusundadır.



Bu konu özellikle vaad ve vaid konusunun anlaşılması ve

bu konudaki naslann mezhebin genel görüşleriyle uyumlu bir bağlamda

yorumlanması açısından büyük önem taşımaktadır. Meselenin başka bir

yönü de özellikle Mutezile veya Ehl-i sünnet gibi mezheplerle arasındaki

farkın belirginleştiği konulardan birisi olmasıdır.



Bu noktada Mürcie temelde yedi fırkaya ayrılmıştır:



Birinci fırka, şunu iddia eder: "Allah'ın katillere haksızca

yetimlerin mallarını yiyenlere vb. büyük günah sahiplerine azap edeceği

şeklinde bir haber Allah katından gelirse, onların azap görüp

görmeyecekleri hususunda tevakkuf ederiz:" Bunun ardından fırkanın

tavnnın dayandığı yaklaşımı görmekteyiz.



Bu yaklaşım genele yönelik bir hitabın özünde bir istisna taşıyabileceğidir. Söz gelişi "şirk koşanlar hariç dilediği büyük günahları bağışlayabilir." O zaman her

genel ifadede bir istisnanın bulunabileceğini düşünebiliriz ve böyle bir

durumda da sözün sahibi yani Tann'nın yanlış söylemiş olması tasavvur

edilemez. Çünkü "Hikmet sahibi doğru sözlünün bir haber bildirip,

ardından ondan istisna tutması mümkündür. "Bu durumda "haberin

gereği yapılabileceği gibi, istisna nedeniyle o yapılmayabilir de". Her iki

halde de Tanrı doğru söylemektedir ve ortada bir çelişiri yoktur.



Üstelik, dil de bunu teyit eder. Eş'arî bu grubu "istisnanın haberin zahiri olduğunu

iddia edenler" diye tanımlar...



İkinci Fırka, vaad'de istisna yoktur, vaid'de (tehdit) ise gizli bir

istisna vardır diye düşünmektedirler. Bu durum dil bilginlerine göre dil

açısından mümkündür. Çünkü bir insan kölesini kendisine bir zarar

vermekle tehdit edip, ardından onu affedebilir. Tehditte zımnen dile

getirilmiş istisna nedeniyle bu durum bir yalan sayılmaz.

Tevakkufu benimseyenlerden üçüncü fırka ise, şunu ileri

sürmüştür: Haberler gelip, mahreci umumi ise, bir insan onları işittiğinde

ve haber bir tehdit veya vaat olduğunda; haberi işiten kimse de Kuran'ın

bütününü ve kabul edilmiş haberlerin hepsini duymamış ise, yapması

gereken haberin umum ifade ettiğini kabul etmesidir78

.

Dördüncü fırka ise bu gibi ifadeleri dilden hareketle bir yoruma

tabi tutar: Buna göre dilde "Benû Temim gelmiştir" veya "Ezd gelmiştir"

deriz. Bu durumda kast ettiğimiz şey hepsinin değil sadece bir kısmının

gelmiş olduğudur. Şu halde genel bağlamlı bir nassın içinde istisna

taşıyabileceğinin dilce meşru sayılmaktadır.



Ardından başka bir takım delillerle dilde genel ifadeli söylense de, aslında istisna taşıyan

söyleyişlerin bulan abileceğini kanıtlarlar ve şöyle bir akıl yürütürler:

Şayet dilde böyle bir şey mümkünse ve dil bunu onaylarsa, o zaman aynı

şeyi Tann'nın kelamı için kabul edebiliriz.



Bu durumda, bazı naslann genel anlamlı ve genele dönük olsa bile, özünde bazı istisnalar taşıması dilce mümkün olduğu gibi, aynı zamanda özel (hâss) anlamlı bazı

naslann da geneli (umum) içermesi ve onlara yönelik olması

mümkündür.



Mesela Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına

sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir; ve "Her

kim bir mü'mini kasten öldürürse -onun cezası-, içinde sürekli kalacağı

cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir

azap hazırlamıştır." gibi ayetler bu duruma örnek teşkil etmektedir.



Buradan vardıkları sonuç ise, Tann'nın herhangi bir günahı affedebildiğine göre, aynı şey bütün günahlar için geçerli olduğudur.



Beşinci fırka, namaz ehline dönük bir tehdidin olamayacağı

fikrindedir. Tehdit sadece müşrikler hakkında olabilir. Allah'tan

müminlere dönük sadece vaad olabilir ve Allah vaadinden dönmez. Bu

konuda da Tann'nın insanların günahlarım bağışlayacağım belirten bazı

ayetlerden kanıt gösterirler. Nitekim "Her kim bir mü'mini kasten

öldürürse -onun cezası-, içinde sürekli kalacağı cehennemdir. Allah ona

gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır! " ve

"Onu yüce bir yere yükseltmiştik83" ayetlerini bu konuda delil olarak

kullanmaktadırlar.



Buradan ise şu sonuca varırlar: Şirk içindeyken

herhangi bir amel fayda vermeyeceği gibi, aynı şekilde iman varken de

herhangi bir amel imana zarar veremez ve iman ehlinden hiç kimse

cehenneme giremez.

.

Altıncı fırka da benzer bir yaklaşım sergiler ve onların hareket

noktalan da dilin genel ifadeli bir cümlenin istisna içerebileceğini

kabuldür. Buna göre Tann bir insanı ödüllendireceğini bildirdiğinde, onu

ödüllendi rebileceği gibi, azap edeceğini bildirdiğinde mutlaka

cezalandırması gerekmez. Tann'nın affetmesi ve ceza vermemesi

kereminden ve cömertliğindendir.





Yedinci fırka, Kuran'ın genele yönelik olduğunu kabul etmişlerdir.

Ancak onlar genele yönelik olduğunda görüş birliğine vanlmış konulann

umum olduğu fikrindedir.



Aynı yaklaşım emir ve yasaklar için geçerlidir.

Bu noktada Mürcie emir ve nehyin genele dönük olup olmadığı

konusunda ilci ayn görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci grup, emir ve

yasaklamanın özele yönelik olduğunu ileri sürmüşlerdir. İkinci grup ise,

bütün emir ve yasakların genele dönük olduğu, istisnanı ise özele dönük olan emir ve yasaklar olduğu fikrindedirler





Tahiîd: Mürcie ehl-i kıbleden büyük günah işleyenlerin

cehennemde ebedî kalıp kalmayacakları konusunda da beş fırkaya

aynimi şiardır.





a. Merîsi'ye göre Allah'ın müminleri ebediyen cehennemde

bırakması mümkün değildir. Bu noktadaki delili ise "Kim hayır işlerse

onu görür " ayetidir. Şu halde Tann'nm onlan cennete koyması

kesindir. İbn Ravendi böyle düşünmektedir.





b. Bu fırka ise her ihtimali caiz görmektedirler. Bu görüşü

savunanlann ileri gelenlerinden olan Ebu Şimr'e göre Tann o müminleri

Cehennemde ebedî tutabileceği gibi, tutmayabilir de.





c. Üçüncü fırka Tann'nm bazı müminleri cehenneme

koyabileceğini fakat peygamberin şefaatiyle onlan çıkartabileceğini

kabul ederler. Böylece mümin olan herkes sonuç itibariyle mutlaka

cennete varacaklardır.

.

d. Dördüncü fırka ise Gaylan ed-Dımeşkî'nin temsil ettiği görüşle

birlikte anılmaktadır. Buna göre o, Allah'ın müminlere azap etmesi veya

etmemesinin mümkün olduğunu söyler. Eş'arî'nin beşinci fırka olarak

aynca zikrettiği grubun görüşleri dördüncüyle aynı özellikleri

taşımaktadır.



Günahlar:



Mürcie büyük-küçük günah meselesinde de iki görüş

ileri sürmüştür:



Birinci görüş bütün günahlann büyük olduğudur.



İkinci kısım ise, günahlar arasında bir derecelenmeyi kabul ederek, bazılarının

büyük bazılannın ise küçük olduğunu kabul ederler.



Büyük günahların affı: Mürcie Allah'ın tövbe sayesinde büyük

günahlan affedip etmeyeceği konusunda da iki görüş ileri sürmüştür:

Birincisine göre Allah'ın tövbeyle ve lütfüyle büyük günahlan

bağışlayacağını savunmuşlardır.



Bu yorumda bağışlanmak insan

tarafından bir hak ediş değildir. İkinci fırka ise, Allah'ın tövbe nedeniyle günahları bağışlaması, tamamen insanın bir hak edişi neticesinde

gerçekleşecektir..



Peygamberlerin hataları:



Mürciî düşüncede peygamberlerin

günahlarının büyük olup olmadığı konusunda da iki görüş ileri

sürülmüştür.



Birinci fırkaya göre peygamberlerin günahları büyüktür ve

peygamberlerin adam öldürme ve zina vb. büyük günahları

işleyebileceklerini iddia etmişlerdir. İkinci fırka ise peygamberlerin

günahlarının küçük günahlar olduğu fikrindedir.



Amellerin tartılması: Mürcie amellerin tartılması (müvazene)

konusunda da iki görüşe ayrılmışlardır: Eş'arî'nin Mukatil b. Süleyman'a

nispet ederek aktardığı birinci görüşe göre iman fasık'm günahını siler,

çünkü ondan daha ağırdır. Dolayısıyla Allah tevhit ehline azap etmez.



İkinci görüş ise, Tevhid ehlinin azabını mümkün görmektedir. Buna göre

Allah onların iyilik ve günahlarını ölçer ve iyilikleri üstün gelirse, onları

cennete koyar, günahları fazla gelirse onlara azap etmesi mümkün olduğu

gibi, dilerse lütfüyle bağışlar 8 9

.

Te'vil edenlerin tekfiri: Mürcie naslan tevil edenlerin tekfir edip

etmeme konusunda da üç tez ileri sürmüştür: Birincisi, icma söz konusu

değilse, hiç kimsenin tekfir edilemeyeceğidir.



İkinci fırka ise, -ki Ebu Şimr'e nispet edilmektedir- kader ve tevhit görüşlerini reddedenlerin ve kuşku içinde kalanların tekfir edebileceğini ileri sürmüşlerdir.



Üçüncü gurup ise, küfrün sadece Allah'ı bilmemekten ibaret olduğunu kabul

etmektedir. Buna göre sadece Allah'ı bilmeyen kimse tekfir edilir ki, bu

da Cehm'in görüşüdür.



Kul haklarının affı: Mürcie Allah'ın kullar arasındaki

haksızlıkları affedip etmeyeceği konusunda da ilci görüş ortaya

atmışlardır.



Birinci görüşe göre, Allah kıyamet günü mazlumun hakkını

ödeyerek haksızlık edenin günahını bağışlar.



İkinci fırkaya göre ise, dünya hayatında gerek Allah iîe kul gerekse kulların birbiri aralarındaki bütün günahların affedilmesi aklen mümkündür.



Tevhit:



Mürcie tevhit konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdir:

Bir kısmı Mutezile ile aynı fikirde iken, bir kısmı da teşbihi

benimsemiştir. Teşbihi benimseyenler ise üç fırkaya aynimi şiardır: Eş'arî

birinci fırkanın bu konudaki görüşlerini Mukatil b. Süleyman'a nispet

ederek aktarmaktadır ki bu, bir anlamda Mücessime'ye yakın düşünür

niteliğindedir. Buna göre Tanrı cisimdir ve bir bütünlüğü vardır. Tanrı

insan suretinde yani eti, kanı, kemiği ve el, ayak, baş vb. gibi uzuvlan

olan bir insan gibidir. Bununla birlikte o başkasına benzemediği gibi

hiçbir şey de ona benzemez. İkinci fırka da bazı ayrıntılarla birlikte

benzer fikirleri ileri sünnüştür. Üçüncü fırka ise Tann'nın cisim

olduğunu ancak onun herhangi bir cisme benzemediğini ileri sürmüştür 9 1

.

Ru'yetullah:



Mürcie Tann'nın görülüp görülmeyeceği konusunda

da görüş aynlığına düşmüştür: Bir grup, Mutezile'nin görüşünü

benimserken, başka bir grup Tann'nın ahirette 'gözle' görülebileceğini

kabul etmiştir.



Halku'I-Kur'ân: Mürcie'nin görüş ayrılığına düştüğü konulardan

birisi de, Kur'an-ı Kerîm'in yaratılmış olup olmadığı meselesidir: Bir

grup -Mutezile gibi- onun mahluk olduğunu, bir grup olmadığını başka

bir grup ise bu konuda bir görüş belirtilemeyeceğini iddia etmiştir .



Böylelikle, İslam mezheplerindeki üç ana temayülün bu görüşlerde

tezahür ettiğini görmekteyiz. Bu bağlamda Mürcie Tann'nın bir mahiyeti

olup olmadığında da görüş aynlığına düşmüştür.



Buna göre, bir grubu Tann'nın bir mahiyeti olduğunu ancak, bizim onu idrak

edemeyeceğimizi iddia etmiştir. Onlara göre ahirette Tann bizim onun

mahiyetini idrak edeceğimiz bir 'idrak aracı' bizde yarattığında onu idrak

ederiz. Bir grup ise mahiyeti inkar etmişlerdir .



Kader: Kader konusunda ise, bir grubu Mutezile'nin görüşünü

benimserken, başka bir grup kaderi kabul etmiştir. Mürcie Tanrı'nın isim

ve sıfatları konusunda da Mutezile'yle paralel düşünmektedir

.

Tekfir:



Mürcie tekfir konusunda da görüş ayrılığına düşmüştür: Bu

noktada temelde üç fırka vardır.



Bir gruba göre, ümmet kendisini görüş

birliğiyle tekfir etmedikçe, herhangi bir nassı veya dini emri tevil eden

kimse tekfir edilemez.



Başka bir grup ise, kendilerinin kader ve tevhit

hakkındaki fikrini inkar edenlerin tekfir edilebileceğini ileri sürmektedir.

Bu tavrın genel anlamda Mürcie'nin tavrıyla uyumlu olmadığı

bellidir.



Nitekim Mürcie'nin genel tutumunu yansıtan tekfiri Safvan'da

görmekteyiz. Ona göre, küfür daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah'ı

bilmemek olduğuna göre, Allah'ı inkar edenler sadece cahillerdir. Bu

tanıma göre tekfir, Allah'ı hiç bilmeyen kimseler hakkında geçerlidir 9 7

.

Ehli Kıble: Mürcie 'kıble' ehlinin Cehennemde ebedî kalıp

kalmayacağı konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu bağlamda,

bazıları bunun mümkün olmadığını ileri sürerken,bir kısmı işi Allah'a

havale eder; başka bir grup ise, meseleyi şefaat sayesinde çözmeye

çalışır

.

İslam tarihi boyunca mezhepler arasında özellikle de kelamcılar

arasında birbirinden farklı görüşlerin ileriye sürüldüğü bazı konularda

Mürciî gruplar da ayrılıklar göstermişlerdir.





SON : EBU HANİFE MÜRCİEDİR!!!



NAKİLLER:



Abdullah b. Ahmed (imam Ahmed’in oğlu)‘nun “es-Sünne” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



حدثني أبي حدثنا مؤمل بن إسماعيل نا سفيان قال حدثني عباد بن كثير قال قال لي عمر بن سل ابا حنيفة عن رجل قال أنا أعلم أن الكعبة حق وأنها بيت الله عز و جل ولكن لا أدري أهي التي بمكة أو التي بخراسان أمؤمن هو قال مؤمن فقال لي سله عن رجل قال أنا أعلم أن محمدا صلى الله عليه و سلم حق وأنه رسول ولكن لا أدري أهو الذي كان بالمدينة أم محمد آخر أمؤمن هو قال مؤمن

bana babam anlattı, dedi ki: bana Mumil b. İsmail anlattı, dedi ki: bana Süfyan anlattı, dedi ki: bana Abbad b. Kesir anlattı, dedi ki: Ömer bana dedi ki: Ebu Hanife’ye sordum ve dedim ki: «”ben Kabe’nin hak olduğunu ve Allah azze ve celle’nin Beyti olduğunu biliyorum ama Kabe’nin Mekke de mi yoksa Horasan da mı olduğunu bilmiyorum.” diyen birisi mümin midir?» Ebu Hanife dedi ki: “evet, mümindir.” Dedim ki: «”ben Muhammed s.a.a’in hak olduğunu ve onun Resul olduğunu biliyorum ama onun Medine de olan Muhammed mi yoksa başka bir Muhammed mi olduğunu bilmiyorum.” diyen birisi mümin midir?» Ebu Hanife dedi ki: “evet, mümindir.”

bana Harun b. Abdullah anlattı, dedi ki: bana Abdullah b. Zübeyir el-Humeydi anlattı, dedi ki: Hamza b. Haris b. Umeyr bana babasından anlattı, dedi ki: Mescidi Haram’da bir adamın Ebu Hanife’ye şöyle sorduğunu duydum: «”ben şehadet ederim ki Kabe haktır ama onun bu mu yoksa başkası mı olduğunu bilmiyorum.” diyen birisi hakkında ne dersin?» Ebu Hanife dedi ki: “gerçek mümindir.” adam tekrar sordu: «”ben şehadet ederim ki, Muhammed b. Abdullah nebidir ama onun kabri Medine’de olan mı yoksa başkası mı olduğunu bilmiyorum.” diyen birisi hakkında ne dersin?» Ebu Hanife dedi ki: “gerçek mümindir.” (ravi) Humeydi dedi ki: “kim bunu söylerse kafirdir.” (ravi) Humeydi dedi ki: Süfyan b. Uyeyne de bu konuyu Hamza b. Haris’den bana anlattı.



حدثني هارون ثنا الحميدي ثنا مؤمل بن إسماعيل عن الثوري رحمه الله بنحو حديث حمزة

bana Harun anlattı, dedi ki: bana Humeydi anlattı, dedi ki: Mumil b. İsmail bana Sevri’den, o da Hamza’dan bu konuyu anlattı.



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/194-195



ilk rivayeti Ahmed b. Hanbel, “İlel ve marifetur Rical”, 2/546, 3590‘da; Hatib Bağdadi “Tarihi Bağdad”, 15/508‘de rivayet etmiştir.



ikinci rivayeti ise Hatib el-Bağdadi “Tarihi Bağdad”, 15/507‘de 2 sened ile Haris b. Umeyr’den rivayet etmiştir. Ebu Hanife’den rivayet edilen bu sözün sıhhat durumuna gelince, rivayetin ilk senedinde Abbad b. Kesir vardır ki, o metruk birisidir. ikinci senedin tüm ravileri ise sika (güvenilir)’dir. Abdullah b. Ahmed’in “es-Sünne” kitabının muhakkiki Şeyh Muhammed Said el-Kahtani 2-ci sened hakkında diyor ki:



رجاله ثقات

ricalleri sikattan (güvenilirlerden)‘dir.



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/195

Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihi Bağdad” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



أخبرني الخلال حدثنا علي بن عمر بن محمد المشتري حدثنا محمد بن جعفر الأدمي حدثنا أحمد بن عبيد حدثنا الطاهر بن محمد حدثنا وكيع قال: اجتمع سفيان الثوري وشريك والحسن بن صالح وابن أبي ليلى فبعثوا إلى أبي حنيفة قال: فأتاهم فقالوا له ما تقول في رجل قتل أباه ونكح أمه وشرب الخمر في رأس أبيه فقال: مؤمن فقال له بن أبي ليلى لا قبلت لك شهادة أبدا وقال له سفيان الثوري لا كلمتك أبدا وقال له شريك لو كان لي من الأمر شيء لضربت عنقك وقال له الحسن بن صالح وجهي من وجهك حرام أن أنظر إلى وجهك أبدا

…Veki dedi ki: Süfyan es-Sevri, Şerik, Hasan b. Salih ve ibni Ebu Leyla bir yerde oldukları bir zaman Ebu Hanife’ye gittiler ve dediler ki: “babasını öldüren, annesi ile zina eden ve babasının kafa tasında şarap içen birisi hakkında ne dersin?” Ebu Hanife dedi ki: “mümindir!” ibni Ebu Leyla ona dedi ki: “asla senin şahitliğini asla kabul etmem.” Süfyan es-Sevri dedi ki: “asla seninle konuşmam.” Hasan b. Salih dedi ki: “benim yüzüm senin yüzüne haramdır, asla yüzüne bakmam.”



Hatib el-Bağdadi, “Tarihi Bağdad”, 15/510-511



açıkca görüldüğü gibi bu 2 Ebu hanife’den rivayet ediln bu 2 kıssa onun nezdinde imanın artıp azalmadığını göstermektedir. çünkü Mürcie (imanın artıp azalmayacağı) görüşüne göre bir kimse şehadet getirir ve İslamı kabul ettiğini söylerse artık onun imanı -haşa- Hz. Cebrail a.s’ın imanı gibi olur, bundan sonra onun imanı ne artar, ne de azalır. hatta en büyük günahları işlese bile imanı azalmaz. işte bu yüzden Ebu Hanife sorulan sorulara hep “mümindir” diye cevap vermektedir.

Abdullah b. Ahmed (imam Ahmed’in oğlu)‘nun “es-Sünne” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



حدثني سفيان بن وكيع قال سمعت عمر بن حماد بن أبي حنيفة قال أخبرني أبي حماد بن أبي حنيفة قال أرسل ابن أبي ليلى إلى أبي فقال له تب مما تقول في القرآن أنه مخلوق وإلا أقدمت عليك بما تكره قال فتابعه قلت يا أبه كيف فعلت ذا قال يا بني خفت أن يقدم علي فأعطيت تقية

bana Süfyan b. Veki anlattı, dedi ki: Ömer b. Hammad b. Ebu hanife’nin şöyle dediğini duydum: bana babam Hammad b. Ebu Hanife haber verdi, dedi ki: ibni Ebu Leyla babam (Ebu hanife)‘ye şöyle yazdı: “Kur’an’ın mahluk olduğu hakkındaki sözünden tevbe et.” Ebu Hanife dedi ki: “tevbe ettim.” dedim ki: “ey baba bunu neden yaptın?” babam (Ebu Hanife) dedi ki: “ey oğlum, takiyye yaptım.”



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/183



bu rivayetten görüldüğü gibi Ebu Hanife’nin Cehmi (Kur’an’ın mahluk olması) görüşü o dönemde meşhurdu ve ibni Ebu Leyla bu yüzden onu tevbeye davet ediyordu. Ebu Hanife ise bunu kabul etmiyor, takiyye yapıyordu.

alimlerin Ebu Hanife’nin akidesi hakkındaki sözleri: başta öğrencisi Ebu Yusuf olmak üzere Ebu Hanife ile çağdaş olan pek çok alim onun mürci (imanın artıp azalmayacağı), cehmi (Kur’an’ın mahluk olması) ve harici (hükümdarlara karşı isyanın caiz olması) görüşünde olduğunu onaylamıştırlar.



Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihi Bağdad” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



وقال يعقوب حدثنا أبو جزى عمرو بن سعيد بن سالم قال سمعت جدي قال قلت لأبي يوسف أكان أبو حنيفة مرجئا قال نعم قلت أكان جهميا قال نعم قلت فأين أنت منه قال إنما كان أبو حنيفة مدرسا فما كان من قوله حسنا قبلناه وما كان قبيحا تركناه عليه

Amr b. Said b. Sellam dedi ki: ceddimin şöyle dediğini duydum: Ebu Yusuf’a dedim ki: “Ebu Hanife mürci değilmi?” dedi ki: “evet.” Dedim ki: “Ebu hanife cehmi değil mi?” dedi ki: “evet.”



Hatib el-Bağdadi, “Tarihi Bağdad”, 15/512-513



bu sözleri Ebu Yusuf’tan Abdullah b. Ahmed “es-Sünne”, 1/181‘de; Fesevi “el-Marife vet Tarih”, 2/782‘de rivayet etmiştir. bu sözün Ebu Yusuf’tan süduru sabittir, Abdullah b. Ahmed’in “es-Sünne” kitabını tahkik eden Şeyh Muhammed Said el-Kahtani bu haberin ravileri hakkında bilgi vererek sika (güvenilir) ve sadık olduklarını bildirmektedir. Fesevi’nin tüm ravileri ise sika (güvenilir) olmakla birlikte Buhari ve Müslim’in ravileridir.

Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihi Bağdad” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



أخبرنا العتيقي أخبرنا جعفر بن محمد بن علي الطاهري حدثنا أبو القاسم البغوي حدثنا زياد بن أيوب حدثني حسن بن أبي مالك وكان من خيار عباد الله قال قلت لأبي يوسف القاضي ما كان أبو حنيفة يقول في القرآن قال فقال كان يقول القرآن مخلوق قال قلت فأنت يا أبا يوسف فقال لا قال أبو القاسم فحدثت بهذا الحديث القاضي البرتي فقال لي وأي حسن كان وأي حسن كان يعني الحسن بن أبي مالك قال أبو القاسم فقلت للبرتي هذا قول أبي حنيفة قال نعم المشئوم قال جعل يقول أحدث بخلقي

…Hasan b. Ebu Malik dedi ki: Ebu Yusuf’a dedim ki: “Ebu hanife Kur’an hakkında ne diyordu?” Ebu Yusuf dedi ki: “Kur’an’ın mahluk olduğunu söylüyordu.” Dedim ki: “peki ey Ebu Yusuf ya sen?” dedi ki: “hayır.”



Hatib el-Bağdadi, “Tarihi Bağdad”, 15/519

sünni hadis, tarih ve rical alimlerinden Hatib el-Bağdadi’nin “Tarihi Bağdad” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



أخبرنا أبو القاسم إبراهيم بن محمد بن سليمان المؤدب بأصبهان أخبرنا أبو بكر بن المقرئ قال حدثنا سلامة بن محمود القيسي بعسقلان حدثنا عبد الله بن محمد بن عمرو قال سمعت أبا مسهر يقول كان أبو حنيفة رأس المرجئة

…Abdullah b. Muhammed b. Amr dedi ki: Ebu Mishar’ın şöyle dediğini duydum: “Ebu hanife mürcie mezhebinin reisi idi.”



أخبرنا الحسن بن الحسين بن العباس النعالي أخبرنا احمد بن جعفر بن سلم حدثنا احمد بن علي الأبار حدثنا أبو يحيى محمد بن عبد الله بن يزيد المقرئ عن أبيه قال دعاني أبو حنيفة إلى الارجاء

…Ebu Yahya Muhammed b. Abdullah el-Mukri babasından anlattı, dedi ki: “Ebu Hanife irca (mürcie akidesi)’ne davet ediyordu.”



أخبرنا بن الفضل أخبرنا عبد الله بن جعفر حدثنا يعقوب بن سفيان حدثنا احمد بن الخليل حدثنا عبدة قال سمعت بن المبارك وذكر أبا حنيفة فقال رجل هل كان فيه من الهوى شيء قال نعم الارجاء

…Ubade dedi ki: ibni Mubarek’in Ebu hanife’yi zikrettiğini duydum, bu sırada bir adam ona dedi ki: “onda (Ebu Hanife’de) kendi hevasından bir şey varmıydı?” ibni Mubarek dedi ki: “evet, irca (mürcie akidesi) vardı.”



Hatib el-Bağdadi, “Tarihi Bağdad”, 15/511-512

Abdullah b. Ahmed (imam Ahmed’in oğlu)‘nun “es-Sünne” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



حدثني أبو الفضل الخراساني حدثني إبراهيم بن شماس السمرقندي قال قال رجل لابن المبارك ونحن عنده ان أبا حنيفة كان مرجئا يرى السيف فلم ينكر عليه ذلك ابن المبارك

…İbrahim b. Şems dedi ki: adamın biri ibni Mubarek’e dedi ki: “Ebu Hanife mürci idi ve kılıç (hükümdarlara isyan) görüşünde idi.” ibni Mubarek bunu inkar etmedi.



حدثني أبو الفضل الخراساني ثنا الحسن بن موسى الاشيب قال سمعت أبا يوسف يقول كان أبو حنيفة يرى السيف قلت فانت قال معاذ الله

…Hasan b. Musa eş-Şebib dedi ki: Ebu Yusuf’un şöyle dediğini duydum: “Ebu Hanife kılıç (hükümdarlara isyan) görüşünde idi.” Ebu yusuf’a denildi ki: “peki ya sen?” Ebu yusuf dedi ki: “Allah korusun.”



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/182-213



حدثني أبو معمر عن إسحاق بن عيسى الطباع قال سألت حماد بن زيد عن أبي حنيفة فقال إنما ذاك يعرف بالخصومة في الارجاء

…İshak b. İsa dedi ki: Hammad b. Zeyd’den Ebu Hanife hakkında sordum, dedi ki: “biz onu ancak irca konusundaki husumeti ile tanıdık.”



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/203



حدثني ابراهيم ثنا أبو توبة عن أبي إسحاق قال كان أبو حنيفة مرجئا يرى السيف

…Ebu Tevbe dedi ki: Ebu İshak dedi ki: “Ebu Hanife mürci idi ve kılıç (hükümdarlara isyan) görüşünde idi.”



Abdullah b. Ahmed, “es-Sünne”, 1/207-218

Buhari’nin “Tarihul Kebir” adlı kitabıdır, işaretlediğim yerde şu ifadeler var:



نعمان بن ثابت أبو حنيفة الكوفي مولى لبني تيم الله بن ثعلبة روى عنه عباد بن العوام وابن المبارك وهشيم ووكيع ومسلم بن خالد وأبو معاوية والمقري كان مرجئا سكتوا (عنه و – 1) عن رأيه وعن حديثه

Numan b. Sabit, Ebu Hanife el-Kufi. Beni Teym’in mevalisidir. Ondan Abbad b. Avvam, ibni Mubarek, Huşeym, Veki, Müslim b. Halid ve Ebu Muaviye rivayet etmiştirler. Murcii’dir rey ve hadisleri terk edilmiştir.



Buhari, “Tarihul Kebir”, 8/ 81





NAKİLLER HAKKINDA;

Bunlar, Ebu Hanife’nin kendi öğrencisi Ebu Yusuf’un sözleridir. Bundan başka, Ebu Hanife ile çağdaş olan başka alimler de Ebu Hanif’nin akidesinin mürcilik, cehmilik ve haricilik olduğunu doğrulamıştırlar.



Bunlar Ebu Hanife ile çağdaş olan alimlerin onun akidesi hakkında söyledikleridir. Hem kendisinden rivayet edilenler, hem de öğrencisi Ebu Yusuf başta olmakla çağdaşları onun mürci, cehmi ve harici olduğunu bildirmektedirler. Buraya başka alimlerin sözleri de eklenerek listeyi uzata biliriz ama bence konuyu uzatmaktansa ehli sünnet nezdinde en güvenilir kitabın yazarı olan Buhari’nin onun akidesi hakkındaki sözünü aktarmak daha iyi olacaktır.



alimlerin Ebu Hanife’nin akidesi hakkındaki sözleri: başta öğrencisi Ebu Yusuf olmak üzere Ebu Hanife ile çağdaş olan pek çok alim onun mürci (imanın artıp azalmayacağı), cehmi (Kur’an’ın mahluk olması) ve harici (hükümdarlara karşı isyanın caiz olması) görüşünde olduğunu onaylamıştırlar.



Numan b. Sabit, Ebu Hanife el-Kufi. Beni Teym’in mevalisidir. Ondan Abbad b. Avvam, ibni Mubarek, Huşeym, Veki, Müslim b. Halid ve Ebu Muaviye rivayet etmiştirler. Murcii’dir rey ve hadisleri terk edilmiştir.



İshak b. İsa dedi ki: Hammad b. Zeyd’den Ebu Hanife hakkında sordum, dedi ki: “biz onu ancak irca konusundaki husumeti ile tanıdık.”



bu sözleri Ebu Yusuf’tan Abdullah b. Ahmed “es-Sünne”, 1/181‘de; Fesevi “el-Marife vet Tarih”, 2/782‘de rivayet etmiştir. bu sözün Ebu Yusuf’tan süduru sabittir, Abdullah b. Ahmed’in “es-Sünne” kitabını tahkik eden Şeyh Muhammed Said el-Kahtani bu haberin ravileri hakkında bilgi vererek sika (güvenilir) ve sadık olduklarını bildirmektedir.



Fesevi’nin tüm ravileri ise sika (güvenilir) olmakla birlikte Buhari ve Müslim’in ravileridir.

Veki dedi ki: Süfyan es-Sevri, Şerik, Hasan b. Salih ve ibni Ebu Leyla bir yerde oldukları bir zaman Ebu Hanife’ye (cevap) Süfyan es-Sevri dedi ki: “asla seninle konuşmam.” Hasan b. Salih dedi ki: “benim yüzüm senin yüzüne haramdır, asla yüzüne bakmam.”







SON:

Bu yazı konu ile ilgili kaynakların toplamıdır.

Kaynaklar için: behbudov1212#7726

Küçük bir destek binlerce beğeniden daha değerlidir
https://bylge-images.s3-eu-west-1.amazonaws.com/09b65df0-faf9-11ec-8ff0-4f32c9b61146.png
XIORXA

pythonist

Bylge Icon
Bylge Icon